Tanrı'nın sessizce fısıldadığı bir sözcük gibiydi rüzgar ve benliğini sarıyordu.
Yukarıda, bir bahar sabahı çimen kaplı bir yamaçtaki kırağılar gibi görünen yıldızlarla dolu gökyüzünde yıldızlar öbekler meydana getirmişti, aşağıda ise taşlarda hala daha birkaç saat önce dinmiş yağmurun topraktan çıkarttığı koku duyuluyordu. Sessizlik kadar sessiz ve sanki dünya ve evren yeni yaratılıyormuşçasına karanlık bir gökyüzü vardı. Bu ıssız cennette huzurluydu.
Ancak birdenbire o dinginlik gitti.Bir meyve bahçesinin yan tarafındaki sulama kanalından su içen büyükbaş bir hayvanın nefesi gibi yağlı, yoğun ve rahatsız eden bir rüzgar çıktı.
Gecenin amansız ve koyu karanlığında etrafına bakındı. Zamanla gözleri koyu karanlığa alıştı. Uzun ve yaşlı bir kavağı, birkaç selviyi, rahatsız uykularında sağa sola dönen birkaç insanın olduğu evleri gördü. Kılıçları yastığının altında çaprazlanmış haldeydi. Onların kabzalarına dokundu. Bütün köy, huzursuz bir gece geçiriyordu.
Bir köpek havlaması ile uyandı.
Genç adam daha kafasını yataktan kaldırıp evinin taş duvarlarının az önce hayal şimdi gerçek olduğunu farkedemeden tekrar başı ağırlaştı ve gözleri bizim dünyamıza kapanırken düş alemine açıldı.
Dağlar birdenbire yamulup giderken ağaçlar ufukta incelip güdükleşti ve sonunda kaybolup gittiler. Rüyanın kendine has orantısız geometrisi yepyeni yollarda yeni yerler yaratıyordu. Delikanlı önce kendi evinin taş ve kalaslarla yapılmış duvarlarını, kiremit çatısını, ardından da köyü gördü. Geriye doğru çok hızlı çekiliyor gibiydi. İrlanda'nın yüksek ve yaşlı dağlarına benzeyen dağları gördü, daha uzakta bir çöle kadar çekilirken yeni doğan bebekleri ve yalvaran insanları gördü. Kumarbazları ve fahişe kadınların peşinde koşanları gördü. Katilleri ve hayat kurtarmaya çalışanları gördü. En sonunda çöle geldiğinde durdu. Ay ışığı olmayan bu gecede etrafına baktı. Soğuktu, bu doğru, ancak üşümüyordu. Ayakları çıplaktı ancak kumların ne parmaklarının arasına girdiğini ne de ayağını gıdıkladığını hissetmiyordu.
Çölün ortasında birileri olduğunu farketti.
"Seni varyemez aç köpek seni" diyen bir adamın neşeli sesini duydu. Yaklaşık bir doksan boyunda bir adamdı bu. Üstünde mavi bir kıyafet vardı. "arabozuculukta üstüne olmayan aç kurt. Birkaç parça daha zenginlik için çocuğunun gırtlağına sarılmayacağından şüphe ederim senin."
Ondan yaklaşık olarak otuz santim daha kısa, dar omuzlara sahip olmasına rağmen koca bir göbeğe ve omuzlarının darlığına düz, göbeğine ters orantılı küçük ayaklara sahip yuvarlak kafalı bir adam vardı. "Cömertliğinize layık oldum efendim ben yalnızca." diyen sesi duyuldu adamın. Gırtlağın derinlerinden gelen ve burnu tıkalıymış gibi gelen bir sesle konuşuyordu. "Ayrıca bugüne kadar kimseye el kaldırdığım, silah çektiğim yahut aşağıladığım mı görülmüş, bir hayat kadınının peşinde koştuğum mu?"
"Yüreksizliğe tapıyorsan seni cennetine kabul etmek üzeredir herhalde, korkaklık sofusu seni. Fiziksel olarak biraz kuvvetin yahut azıcık liderlik özelliğin olsa neler yapardın; doğrusu yaşayıp da bilmek istemezdim. Lakin dilinin her türlü konuşmaya dönmesi ve ara bozuculuğun takdire şayan. Seni benim gırtlaklamamam da bundan dolayıdır zaten."
Adam yanındaki on kadar savaşçısına döndü. Gırtlağını temizledikten sonra her birinin yüzüne yakın mesafeden dikkatli dikkatli baktı. Dimdik bir yürüyüşü vardı. "Bu ufukta gördüğünüz dağın ardında büyük bir ova var. O ovayı geçtikten sonra birkaç yamaç ve birkaç yayla göreceksiniz. İşte orada bizim avımız var. Orayı kılıçtan geçireceğiz; ve orada bizim hakimiyetimiz öne çıkacak. Ne dağlara kaçabilecekler ne de evlerde saklanabilecekler. Her birine karşı üçünüz, beşiniz olacaksınız çünkü. Sinsi bir gece gibi üstlerine çökeceksiniz."
Delikanlı bir anda kendini yatağında buldu.
Her yer çok sessizdi. Üstünde çalıştığı mermer bloğun yanına gitti. Bloğun üstüne kazıdığı aequitas yazısına baktı. Sonra bloğu ters çevirdiğinde yazı veritas haline dönüştü. Sıkıntıyla gülümsedikten sonra aletlerini düzeltti. Birdenbire hiç ses çıkmadığını farketti. Ne taş bloktan, ne çekiçlerden, ne de adımlarından. Sonra birdenbire her şeyi duymaya başladı; uyuyanların soluk alış verişlerini, yaprak hışırtılarını, köpek havlamalarını, ağlayan bir bebeği ve annesinin ona söylediği ninniyi -ki küçükken kendisine de söylenmişti bu ninni ve o da kardeşine söylemişti- bir adamın tütün içerken çektiği nefesin hırıltılı sesini, herşeyi... Ölmekte olduğunu düşündü bir an. Korkmadı, korkmak için neden bulamadı. Tekrar uykuya dalar gibi hissetti ve o anda evde her şeyin yere düştüğünü, gök gürlediğini gördü. Kapı açıldığında kapı önünde çöldeki adam duruyordu.
En sonunda delikanlı gerçekten uyandığını farketti.
Ağıran günün belli belirsiz ışıkları kapıdaki çatlaklardan içeri süzülüp ahşap zemine kehribar, yere dökülmüş mermer parçalarına ise fildişi havası vermişti. Yanaklarındaki sakalların arasında ter damlaları birikmiş kaşınma hissi yaratıyordu. Çekici bir elinde çevirip dururken bir yandan da sigarasını içiyordu. Sırtını duvara dayamış, yerde bağdaş kurmuş oturuyordu. Kemerli burnu ve geniş çeneli bir yüzü vardı. Yüzü güzel bir yüz değildi, hiç bir zaman da güzel olduğunu düşünmemişti ama esrarlı bir büyüsü ve bir tedirgin ediciliği vardı. Bunun sebebi olarak ya uzun kara kirpikleriydi ya da içi kapkaranlık dışı ışıl ışıl parlayan gözleriydi. Yılanın gözlerine benzer gözleri vardı, ortası derin ve karanlık bir gözbebeği, içteki kavuniçi dıştaki yeşil iki renk göz halkası.
Ortalık aydınlanmıştı. Delikanlının yüzü daha iyi görünüyordu. Garip bir yüz ifadesi vardı; sanki yüzünün her zaman bir ambigram gibi tersten ve düzden bakınca farklı anlamları vardı. Gülerken bir yandan da meydan okuyan, acı çekerken işkencecisine acı çektirecek kadar kaskatı olmayı da başaran bir yüze sahipti.
********
Mermerin üstünde çalışırken anlından akan terleri sildi. İşi yetiştirmek için üç günü kalmıştı. Evin kapısı gürültü ile çalındı. Mermer parçasının üstünü örttükten sonra kapıyı açtığında karşısında eski bir arkadaşı olan Jim duruyordu. Jim'in her zaman gülümseyen yüzü karanlıkla kaplanmıştı. Ses çıkartmadan, başı ile bir selam verdi. Delikanlı onu içeriye buyur eden bir el işareti yaptı. Ardından sokağa bakmaya başladı. Taze toprak kokusunu içine çekiyor ve böyle güzel bir yerde yaşadığı için kaderine teşekkür ediyordu. "Kapat kapıyı da içeri gel,
Jos."
Jim Joseph'e yıllardır Jos diye hitap ederdi. Joseph içeri geçip tezgahın yan tarafına yaslandı.
Jim sessizce bir sandalyeye yerleşmişti. İğreti bir şekilde oturuyordu; her an kalkıp gitmeye hazır bir insan gibi. "Konuşmalıyız, Jos." Joseph sessizce yanına oturdu.
"Hala o mermer blokla uğraşıyor musun?" diye sordu.
"Evet."
"Bu kahrolası zamanda halkın direnişi gittikçe zora girmişken neden bu işi kabul ettin? Yani, diğer heykeltraşlar da zenginlik içinde yüzmüyorlar belki, ama onlar en azından bu halkın kahramanlarına, özgürlük düşüncesini desteklediler diye, onları ihanetle suçlayan bloklar kazımayacaklarını söyleyip işi reddettiler. Sen neden yapmadın bunu sanki?"
"Jim, ne olur kardeşim, lütfen bana bunu sorup durma."
"Dışarıda sana ne dediklerini biliyor musun? Kyle denen o fettan orospunun kopeği diyorlar. Hain diye çağırıyorlar seni. Senin baban da bağımsızlık için ölmedi mi? Annen onun üzüntüsünden ölmedi mi? Kardeşinin ihaneti canını yakmadı mı senin de? Neden bu işi yapıyorsun lanet herif?"
"Jim, lütfen kardeşim. Lütfen."
"Pekala, Joseph. Ama şunu bil ki o adam burada öldüğü zaman insanların kılıçlarını çekecek umutları kalmayacak. Hainlere ve arabozuculara gün doğacak. Bu halkın üstünde hanedan olup bebeklerin sütüne kadınların namusuna ortakçı çıkacak o köpeklere böyle bir iyilik yapmanın bedelini neyle ödeyeceksin peki, taş kazıyıcısı? Neyle!!" Jim sinirle etrafa bakınıp kalkıp gitti. Jos'un yüzündeki sakinlik sinirini bozmuştu. Eğer dikkatli baksaydı o yüzde derin bir anlam da görebilirdi.
Jim dışarı çıkarken "Hayatımla, kardeşim." dedi.
******
O gün geldiğinde rahatlamıştı. Günlerdir çektiği işkence artık yetmişti ona. Artık aşağılanmak yoktu, kendi kardeşinin suçlarını üstünde taşımak yoktu. Çok açıktı, taşı koyacak ve öldürülecekti. Askerler gideceklerdi, ona bir miktar para bırakacak ve gideceklerdi. Ardından o korkunç saldırının gerçekleşeceğini, Joseph'in öldürüleceğini ve bu taşkınlık hareketini gerekçe gösterip köye gireceklerdi. Her şey çok çabuk olacak ve Joseph de bunların çoğunda ortalıkta olmayacaktı.
Ardında on tane asker ile, yürüken konuşmayan, yere sert sert basarken kaldırım taşlarına asalarını vuran ve bu esnada dişleri arasından küfürler savuran erkekler ile saçlarını yanlardan dökmüş, siyah baş örtülerini boyunlarına bağlamış ağıt yakan kadınlarla dolu caddede yürüdü. Herkes köyün öteki tarafındaki o lanetli tepeye bakıyordu. Bazı küfürler duydu, bir tabuta benzeyen sandıkta kendisinin olması gerektiğini söyleyenleri duydu. Ancak bu küfürleri edenler "zaten içinde ben varım" diye cevap veren Joseph'i duymadılar.
Mermer blok tepeye geldi. Cellat, Joseph'in kardeşi Simon, askerler ve hepsinin karşısında huzursuz ve umutsuz halk... Joseph nefret ile kendisine bakan gözlere aldırış etmedi. Mermeri celladın önüne koydu. Kan ter içinde kalmıştı, burnunun ucundan terler damlıyor, boynu ateşler içerisinde yanıyordu.
"Böylece yükselmekte olan Muffay Hanedanlığına karşı isyan edip onun topraklarında ayrılıkçı düşüncelere sahip olanların sonuna şahit olun. Kadınlar bebek ve çocuklarını getirsin, ihtiyarlar asalarına dayansın, gençler biribirini çekiştirerek koşsun; tüm herkese ibret olacak olan bu olayı hepiniz izleyin. İzleyin ve dehşetini izleyememiş olanlara da anlatın. Burada, az sonra bir hainin kellesi vurulacak!"
"Taşın kutusunu aç." diye emir veren sesini duydu kardeşinin. Birkaç gece önce rüyasında gördüğü üniformalı adama yolu gösterenin de o olduğunu o zaman anladı. Para ve zenginlik onu şişman bir domuza çevirmişti iyice.
"Bir süs köpeği için ne şaşaalı bir tasma" dedi kardeşine.
"İşine bak, taş kazımacısı, yoksa bir sonraki sen mi olmak istiyorsun."
Joseph durdu. Taşın kutusunun altındaki iki kalın taşıma kolunu sıkıca tutuyordu. Bir an derin bir soluk aldı. "Hayır, senin olmanı istiyorum."
Taşıma kollarını sertçe çektiğinde iki kılıç ortaya çıktı. Simon dehşet içinde bağırdı "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" Askerler hamle yaptıklarında çok geç kalmışlardı; eğilip kılıçlarına iki yanda iki geniş yay çizdirdi ve daha kınından çekilmekte olan kılıçlar Joseph'in keskin darbesine karşı koyamadı. Bu darbenin ardından kılıçlarından birini yukarı kaldırmıştı; celladın baltasını kendisine indireceği yere. Diğer kılıcı set ve kendinden emin bir hareketle celladın karnına sapladı. Önce böbreğe doğru çekti, sonra kılıcın ucunu bağırsaklara takılacak şekilde hareket ettirip çekti. Kılıcını ellerindeki mahkum kafesini korumaya çalışan askerlere çevirip saldırmaya başladı. Saniyeler içinde kılıç eti defalarca kesmişti ve muhafızlar, daha acı çektiklerinin farkına bile tam varamadan ölmüşlerdi. Kafesin kapısını açtı. Adamın ellerindeki ipleri keserken "Halkın özgürlüğü için, Tanrı yardımcımız olsun." dedi. Kardeşinin peşine düşmeden önce "Kaçın" diye bağırdı "Ejderöfkesi dağının ardında bir ordu var, kaçın ve diğerlerini de uyarın!"
Taşın üstüne yazılması istenen yazı "İmparatorluğun bekası ve iyiliği için, bir hain burada idam edildi." idi. Ancak taşın üstünde "Adalet ve doğruluk (Aequitas et Veritas) için burada bir adam hain kardeşini idam etti." yazıyordu. Joseph kardeşini bir ata binmeye çalışırken ayağından yakalayıp yere devirdi. Tekmeleri ve yumrukları ile kardeşini taşa kadar sürükledi. Mermerin üstüne başını koydu kardeşinin ve sırtına sertçe bastı. Kılıçlarını bir çarpı şeklinde kardeşinin boynuna dayadı. "Bizler, Tanrı'nın bekçileriyiz. Onun adıyla kutsandık ve onun isteği ile varolduk. Şimdi o yüce varlık, o yüce yaratıcı sana verdiğini senden geri istiyor ki senin olan layık olduğu yere gitsin. Cehennemin kapıları açılsın ve cennetin surlarındaki gözcüler iyice dikkat kesilsin ki bu adam layık olduğu yere dönsün." Kılıçlar boğazı kesip kafayı bedenden ayırdı. Kafa yerde yuvarlanıp toprakta kanlı bir çamur yığını oluştururken ve oluk gibi kan boşalırken Joseph gözünü bile kırpmadı.
*****
Dört günlük bir kaçışın ardından sonunda Joseph yakalanmıştı. Yedi köy ve bir kasaba istila altına girmiştiyse de çok uzun ömürlü görünmüyordu, sonuçta halk diğer kasabalarda birikmiş ve ortak bir savunma hattı oluşturmuşlardı. İdam esnasında herkesi bir noktaya çekme fikri oldukça başarılıydı, yıldırım baskını farkedene kadar silah kullanacak kimselerin çoğu ölmüş olacaktı. Ah şu Lanet Mermerkazıcısı olmasaydı bir de! Simon ölmüş, Kyle kaçmıştı. Fahişe biliyordu ki yakalansaydı kesinlikle öldürülecekti. Ah o ne iş bilir bir fahişeydi öyle. Tatlılıkla ve masumiyetle sokulurdu adama ta ki bıçağını saplama fırsatı buluncaya kadar. Şimdi kim bilir hangi cehennemdeydi. Ah onu bir ele geçirse... Neyse ki iyi şeyler de oluyordu. En azından, ellerinde mermerkazıcısı vardı. Onu asarak bir parça olsun rahata erebilirlerdi.
Joseph için hapiste işkence bitmek bilmiyordu. Kolları ve bacakları defalarca prese sokulup kemikleri un ufak olana kadar ezilmişti. İyileştirme tekniklerine sahip kişiler tarafından tekrar eski haline getirilip tekrar işkence ediliyordu. Ölümünün halk önünde olması isteniyordu. Ateş gibi sıcak teller ile sarıldıktan sonra sıcak su havuzlarının tepesinde sallandırılıyor, üzerine etçil böcekler bırakılıp parça parça böcek yemi yapılıyordu. Joseph ilk başta sürekli çığlıklar atıyordu. Ardından alıştı ancak çığlıkları devam etti. Ne bir isim söyledi, ne de onları nasıl bildiğini.
Sonuçta Reiatsu gizlemek onun için çocuk oyuncağı idi ve halkın karşısına çıkarılacağı gün gelmeden öldürülemeyeceğini biliyordu.
*****
İdam günü gelmişti. Bir kütük, bir cellat, onlarca asker ve gömlekleri içinde bıçak taşıyan adamlar ile ağıt yakan kadınlar. Artık kimse Joseph'e nefretle bakmıyordu. O artık bir ırkın son ana kadar sabredip umut vermiş olan şehit bir oğluydu. Onlar için, onların umudu için ölüyordu. Doğru olanı yapmıştı; ihtiyacı olanı korumuş ve babasına layık bir çocuk olmuştu. Gururla ölecek ve kederlenmeyecekti. Gülümseyerek beklemeye koyuldu.
"Burada ne olduğuna dair hemen bir açıklama yapılması gerekiyor." diyen bir ses duyuldu. Herkes yukarı, sesin kaynağına baktı. Bir ölüm tanrısı orada durmuş, askerlere ve halka bakıyordu. Üstündeki tabarddan kaptan olduğu belli oluyordu. Üçüncü takım kaptanıydı. Kaptanın ardından bütün takım ortaya çıktı. Herkes Zampaktousunu askerlere doğrultmuştu; ancak askerler ile halkın arasına girerek bir yandan da halkın galeyana gelmesini engellemişlerdi.
"Bu kişinin yargılanması ve idamı sizlerin elinde değildir. Kanunlar der ki bir Ölüm Tanrısı yalnızca kendisi gibi ölüm tanrılarının oluşturduğu makamlarca yargılanabilir. Bu adam da bir ölüm tanrısıdır. Ruh gücünü serbest bırak, evlat."
Joseph Reiatsusunu saldı. Ruh gücünün vücudundan nasıl da taştığını hissediyordu. Ellerindeki iplerden kurtuldu önce. Ardından ayağa kalktı. Askerlere döndü. Artık onların elinde idam mahkumu değil ölüm tanrıları elinde bir suçluydu. Askerlerin, zampaktousu olan çift kılıcı 3. takım kaptanına teslim ettiğini gördü.
*****
Zampaktousu kendisine teslim edilmişti. Karar çok ilginç olmuştu; Joseph serbest bırakılmıştı ancak ne ölüm tanrıları karışık siyasi duruma müdahil olmak istiyordu ne de herhangi bir siyasi taraf ölüm tanrılarıyla karşı karşıya gelmek. Bu yüzden, kızıl bir şafak vaktinde nehirler durgun akarken ve güne yeni uyanan kuşlar çığlık çığlığa öterken vatanından ayrılıp gidiyordu. Çok uzaklara, Karakura şehrine sürülmüştü. "Seni yalnız mı bıraktılar, Jos?" Crimson Heaven'in sesini duydu. Zoraki bir gülümseme ile cevap verdi "Sen varsın ya işte." Crimson Heaven güldü ve onore oldu. "Ne düşünüyorsun?"
"Hepsinin bir avuç tecavüz maduru gibi davrandığını düşünüyorum."
"Nasıl yani?"
"Bir sorun yokmuş gibi davranıyorlar. Ben bir kırılma noktası oldum ve bu yüzden beni sürgün ediyorlar. Lanet herifler. Korkaklığa dayanamıyorum."
"Belki de gideceğin yer sana da uygundur Jos. Orada onur ve gurur üstüne yaşadığı yazıyordu okuduğun kitapta."
"Öyleymiş. Bakalım."
"Ne yapacaksın?"
"Bir kaç ay materyal düzlemde kalıp dillerini ve kültürlerini öğrenmeye çalışacağım. Tai sen de benimle geliyorsun."
"Pekala, ama nasıl para kazanacaksın?"
"Unuttun mu? Ben heykeltraş ve mermerkazıyıcısıyım."
"Pekala Jos. Pekala."
Joseph Seitrei kapısından geçti. Pantolonunun üstüne yeşil beyaz bir Celtic forması, üstüne de kalın kahverengi bir palto ve de bir fötr şapka giyiyordu. Şehirde yabancılık çekmiyordu sadece insanların onu göremeden etrafından geçip gitmeleri ona çok garip geliyordu. Bir sigara yakıp Dublin sokaklarında dolanmaya başladı. Uygun ve boş bir noktada görünür olduktan sonra tekrar kalabalığa karıştı. İnsanlar arasında geçireceği üç aylık sürgüne hazırlık dönemi böylece başlamış oldu.