Yalnızlığın ne demek olduğunu biliyordum. Yalnızlığa hapsolmanın… Bütün tecrübesizliklerimin, çekimserliklerimin tek şahidi vardı. En çok özlediğim şey müzik olmalıydı burada. Güç kazanabilmek için, içimdeki savaş arzusunun her şeyden daha baskın olması sebebiyle kendime bile zaman ayıramaz olmuştum. Sık sık arkadaşlarım geliyordu aklıma. Sayısı beşi bile geçmeyecek arkadaşlarımın isimlerini bile unutur hale gelmiştim. Kendimle beraber onları da hapsetmiştim içimdeki yalnızlık denen karanlığın içine. İnatlarım, kazanma arzularım uğruna yapabileceğim yanlışların olduğunu kafamdan atmak istedim o an. Sanki burada olmanın tek bir amacı olduğunu kabul ettirmek istedim kendime. “Ne için dövüşüyorsun? Güçlü olduğun için mi, yoksa güç kazanmak için mi?" İç sesimi bastıramıyordum. Bir yanım sessiz, huzurlu ve olabildiğince uzaktaydı benden. Diğer yanım ise hırçın, inatçı ve kana susamıştı. Ne zaman böyle olduğumu, beni neyin tetiklediğini çok iyi biliyor, her şeyin zamanını gelmesini bekleyebiliyordum şuan sadece.
Gölgeme takılmıştı gözlerim. Sanki o içimdeki diğer benin dışa vurumuydu. Karanlık… Olabildiğince karanlık. “Sanki bir korkak gibi…” Yüzünü göstermeye çekinen zayıf biri gibiydi. İçimdeki haince atılan kahkahaları duymazlıktan geliyordum. Kaç saattir bu taş parçasının üzerinde oturduğumu bilmiyordum. Bedenim yorulmuştu ve yavaşlamıştı. Daha çok çalışmam gerekiyordu. Sanki aklımdaki düşünceleri okurmuşçasına “ Önce yemek yemelisin!” dedi Hanamichi-san. Kafamı sesinin geldiği yöne doğru çevirdim. Bir elinde çiçek desenli, şişkince, büyük bir poşet vardı. Diğer elini ise havaya kaldırmış bana doğru sallıyordu. Yanına doğru koşarak gittim. “Durma da yardım et! Yoksa ikimiz de açlıktan ölmüş olacağız!” Nedendi bilmiyordum ama bu yumuşak sesli adamın her konuşmasında yüzümde tebessümler oluşuyordu. Bazense bu tebessümler ağzımdan –neredeyse parçalanarak kopan- kahkahalara dönüşüyordu. Hanamichi-san benim buradaki ilk eğitmenimdi. Kendimce bildiğim sandığım şeyleri bana bilmediğimi açıkça yüzüme vurmaya çekinmeyen tek kişi olduğu için onun yanındaydım belki de. Upuzun boyu, omuzlarına dökülen mavi saçları, simsiyah gözleri vardı. Saçlarını –bana bir yaprağı anımsatan- bir tokayla tuttururdu hep. Ayakları eğitim sırasında her zaman çıplaktı. Nedenini sorduğum zaman topraktan güç alabildiğini söylerdi hep. Normalde sürekli gülümseyen ve saçma sapan espriler yapan bu adam eğitime başladığımız anda kaskatı kesilirdi karşımızda. En ufak hatalarda bile hiçbir bahaneyi kabul etmezdi. Onun bu iki zıt karakterini görmeye alıştığım anlarda benim gibi olduğunu düşünmüştüm. Aklımdaki “Neden?” sorularının çoğunun cevabı buydu benim için. “Ne kadar çok daldın bugün Shizu-chan… Biraz daha böyle devam edersen elindeki ramene el koymak zorunda kalacağım!” diyerek kocaman bir gülümsemeyle yüzüme baktı. Ramen, en sevdiği ve en sevdiğim yemeklerden biriydi. “Bunu size vermeyi göze alabilir miyim bilmiyorum Hanamichi-san. Bir savaş başlatabilirsiniz sanırım.” “O zaman durma da yemeye başla. Yoksa günbatımına yetişemeyeceğiz.” Günbatımı… Eğitimimin en verimli zamanıydı sanırım. İçimdeki sessizliğin ve inatçılığın dengelendiği birkaç saatti bu zamanlar.
“Shizu-chan, Rokkī tepesine kadar koşarak gideceğiz. Zanpaktou’sunu ilk çeken ilk hamleyi yapma hakkına sahiptir.”dedi Hanamichi-san eliyle gösterdiği tepeyi işaret ederken. Koşuyordum. Aklımda yine bir sürü düşünce vardı. Ilık rüzgar yanaklarımı okşayıp kulaklarıma bir şeyler fısıldıyordu. Yenilmenin ne demek olduğunu bilmediğim kadar kazanmanın da ne demek olduğunu bilmiyordum. Ağaçlar… Büyük söğüt ağaçları şarkı söylermiş gibi rüzgara eşlik ediyorlardı. Yapraklarının her birbirine çarpışında çıkardığı melodik sesleri duymak ruhumu sakinleştiriyordu. Ayaklarımın altında kayan çimenle ritim tutmaya çalışıyormuş gibi koşuyordum. Evler karşımızda belirmeye başlamıştı. Hanamichi-san’a döndüm. Yüzüme bakıyordu.”Bir yarışta olduğumuzu unutma Shizu Ishi. Artık senin rakibinden başka bir şey değilim.!” diye haykırdı bir anda. İşte yine Hanamichi-san gitmiş, yerine Ishida Hanamichi gelmişti. Sert bir hamleyle artık aralarında olduğumuz evlerin çatılarından birine sıçradı ve gözden kaybolmaya başladı sanki bana yarışı hatırlatırmışçasına. Sağ tarafımda büyük kiraz ağaçları bulunan görkemli evin önce bahçe duvarına, sonra da çatısına sıçrayarak sağa doğru koşmaya başladım. Evlerin tepelerinden sıçrarken güneşin batmak üzere olduğunu görebiliyordum. Hanamichi-san iyice gözden kaybolmuştu. Bu benim eğitimimdi ve benim gözden kaybolmam gerekiyordu düşüncesi bütün vücudumu sarmaya başladı. Kazanmak istiyordum. Buradaki deneyimlerimin içinde kazanmak da olsun istiyordum. Yapmak istediklerimi düşündüm. Gerçek dünyadaki insanların amaçları uğruna kendi yarım kalan hayatımı düşündüm. Belki de hiç doğru düzgün elimde tutamadığım başarılarımı düşündüm. Hanamichi-san’ın benim için çabalayışlarını, öğrenme arzumuzla onun gözlerine tuttuğumuz ışığı düşündüm. Bir takımın parçasıydım fakat şuan tektim. Tek başıma da hareket edebileceğimi göstermeliydim. Hızlandım. Ayaklarım artık çatılardaki kiremitlerin pürüzlerini hissetmiyorlardı. Gökyüzünde hafif bir kızıllık belirmişti bile. Yere atladım, Toprak yoldan kendimi bile rahatsız edecek şekilde toz kaldırmaya başlayarak koşmaya devam ettim. Birkaç dakika sonra Rokkī tepesine varmıştım. Etrafıma baktım. Yerdeki sarı kumların etrafı dev kayalıklarla çevriliydi. Burası hiçbir zaman yeşillik görememiş tek yerdi. Kumlar paçalarıma yapışmıştı. Yüzümde noktacıklar halinde terler vardı. Gözlerim kısılmıştı. Az önce toprak yoldaki koşuşumda yuttuğum kumlar yüzünden kısa bir süre öksürmüştüm. Nefesim daha da hızlanıyor gibiydi. Hava sanki daha çok ısınmıştı. Kayalıkların birinin üzerine sıçrayarak çıktım. Hanamichi-san ortada görünmüyordu. Günbatımı neredeyse gelmişti. ”Benden mi saklanıyor acaba?” diye düşünmeye başlamıştım ki arkamda kaygan toprağın çıkardığı ayak seslerini duydum. Hanamichi-san tam karşımdaydı. Hiç yorulmamış gibi görünüyordu fakat yüzünde belirgin bir şekilde akan terler vardı. “Geç kaldım.”dedi. Konuşmadan zanpaktoumu çektim ve üzerine doğru bir hamle yaptım. Başarılı olacağımdan kuşkuluydum fakat…. Zanpaktousunu ne zaman çıkardığını bile göremeden beni tekrar kayaların üzerine savurdu. Sırtımdaki kemiklerden gelen çıtırtıları onun da duyduğuna emindim. Tekrar hamlemi yapmak için üzerine koştum. O da bana doğru koşmaya başladı. Zanpaktoumu savurup boynumda küçük bir çizik açmıştı. Kanım boynumdan göğsüme doğru akıyor, terlediğim için boynumda bir yanma hissi duyuyordum. “Gücünü kontrol et!” diye haykırdı yüzüme. “Ölmek mi istiyorsun? Gücünü kontrol et ve hamlelerini iyi kullan!” Ne yapacağımı bilemedim. Sürekli üzerine doğru koşuyor, oradan oraya sıçrayıp duruyordum. Yüzümde, kolumda ve karnımda çizikler oluşmaya başlamış, vücudumdaki yanma hissi daha da artmıştı. Geri çekildim. Nefes nefeseydim. Kesinlikle ölmek istemiyordum. Bu düşünce beni çok rahatsız ediyordu. Şaka yapmadığını anlıyordum. Ölümüne savaşıyorduk sanki. Yüzünde tek bir çizik bile yoktu. Oysaki ben bir alevin içine düşmüş gibi yanıyordum. Geriye doğru hamle yaparak kayaya sıçradım. Arkamdan geldi, zanpaktousunu bana doğrultarak “Bu iş bitti!” diye haykırdı. "Henüz değil!" Sert bir şekilde yüzümü ona dönerek zanpaktousunu çıplak elime geçirdim ve benimkini gırtlağına doğrulttum. Acıyı hissedebiliyordum. Elim karıncalaşıyordu belki ama sonunda kazanmıştım. Zanpaktoumla boynuna ince bir çizik atarak sadece “Sonunda…” diyebilmiştim ince bir sesle. Yere yığılmak üzereydim ki beni kucakladığını hissettim. “Başardın.” dedi gülümseyen yüzü gözlerimin önünde bir karartıya dönüşürken…