Hadou No.58 Tenran
Gün batımının bu yüzü daha önce hiç bu kadar sessiz görünmemişti. Sanki gözümdeki bütün o ihtişamı gitmiş, üzerini kırmızı bir bez parçasıyla örtmüşler gibi hissettiriyordu. Dikkatimi toplayamıyordum. Oysaki etrafta benden başka kimse yoktu. Yüzümü okşayan ılık esinti, yaprakları bile tam anlamıyla kıpırdatmıyordu. Karşımdaki hedef tahtası sanki ayaklanmış, benden kaçmak için zihninde bir sürü plan kuruyordu. Başım mı dönüyordu, bilmiyordum. Zihnimdeki düşünceleri atmadan, bütün bu çalışmanın hiçbir işe yaramayacağını biliyordum. Zihnimde yankılanan savaş esintileri beni nasıl bu kadar tedirgin edebilirdi ki? Aradan geçen bütün bu zamanda galibiyet isteyen biz değil miydik? Korku değildi bütün bunlar. Bu sefer kaybedersek olacakları düşünemiyordum bile. Soul Society’miz elimizden gidecek, Dünya’nın bütün dengesi bozularak yok olacaktı. Bütün bu kötülüğün amacına anlam veremeyeceğimi biliyordum. Ya biz? Bizi buraya kadar nasıl getirmişlerdi? Yaşadığımız iyilik ve kötülük savaşında onlar nasıl karşımıza dikilebilmişlerdi?
“Zaman kaybetme.” İşte yine o ses. Beni, bu derin düşünce uykumdan uyandıran o seslerden biri. Nasıl oluyor da bu kadar düşünce arasında kendimi uyandırabiliyordum hiçbir fikrim yoktu. Bu benim kendi iç çelişkim miydi? Antremanlar yaptığım zamanlarda, kaybetmek üzere olduğum en bariz şekilde ortadayken, bir anda içimi kaplayan hırs duygusu ve ardından gelen iç sesimin beni tetikleyici konuşmalarının nasıl ortaya çıktığını hala anlayamıyordum. En durgun zamanlarımda da bana eşlik eden bu ses, sanki iki bölünmüş kişilik gibi benimle arkadaş olmaya çalışıyordu.
“Bugün fazla oturdum sanırım.” diyerek bacaklarıma yapışan çimenlerin üzerinden kalktım ve gözlerimi hedef tahtasına diktim. Sağ elimle sol kolumu tutarak sert ve sakin bir şekilde “Hadou No.58 Tenran!” dedim. Avuçlarımın arasında beliren rüzgar hedefe doğru yöneldi. Fakat daha hedefe bile ulaşamadan yok olup gitti. Elimi indirdim. Yere eğildim ve anlamsızca, hiçbir şey düşünmeden bastığım çimenleri seyretmeye başladım. “Gurur duy shinigami! Başarısızlıklarınla övünmeye başla!” Bu ses… Dayanamayacak gibi oluyordum. Ruhumu saran bu acıma hissine engel olamıyordum. Sanki bütün gücüm emiliyor gibiydi. Diz çöktüm ve başımı ellerimin arasına aldım. “Buraya kadar geldikten sonra işlerin çığırından çıkabileceğini tahmin edemezdin tabi ki! Bu ezik duruşun, karşındakinin seni öldürmemesi için yeterli olmayacak, biliyorsun!” Gerçekten durumum bu muydu? Buraya kadar gelmişken, daha savaşamadan yenilgimi mi açıklayacaktım herkese? “Hayır… Hayır…” diyerek sessiz iniltilerle kendime cevap veriyordum. Aklımın oyunlarına kanmamalıydım. Ayağa kalktım. Sol elimi bir topu tutarmış gibi hedefe çevirerek, hedefe bile bakmadan bağırdım; “Hadou No.58 Tenran!” Avuçlarımdan kasırga şiddetinde çıkan rüzgar, bir ok gibi fırlayıp hedefi paramparça yaptı. Artık iç sesimle dost olabileceğimizi düşünmeye başladım. Sakin bir şekilde “Beni hırslandırıyorsun.” diyerek diğer hedefe doğru yürümeye başladım…